Ana Sayfa Adım Adım Türkiye ADANA – MERSİN GEZİSİ

ADANA – MERSİN GEZİSİ

339
2
Paylaş

             ADANA – MERSİN GEZİSİ

Sevgili eşimle dört beş yıl önce başlattığımız yurtiçi gezi seferberliğimizdeki rotamızı, bu kez Adana ve Mersin olarak programladık. Her gezi öncesi yaptığım gibi, neredeyse bir iki ay öncesinden internet üzerinden bölge ile ilgili araştırmalara girişip, gezimizi şekillendirmeye başladım. Sevgili refikamla balayımız dahi, hiçbir gezimize yalnız çıkamadığımız için bu kez bir ilki gerçekleştirerek başbaşa çıkmaya karar verdik. Uçak bileti, otel rezervasyonu, araç kiralama işlemlerini tamamladıktan sonra gezinin programını oluşturdum ve seyahatimizin başlayacağı gün gelip çattığında heyecanımız doruktaydı. Tam saatinde hareket eden uçağımız sıcak bir Eylül sabahı Adana havaalanına zamanında indi. Valizimizi alıp çıkışa yöneldiğimizde kiraladığımız araç da birkaç dakika zarfında gelmişti. İstikamet kahvaltı yapmak için muzlu sütü ile meşhur Kazım Büfe idi. Süt içmeyi sevmeyen biri olarak,gerçekten Adana’nın markası olmuş bu büfeden mutlaka, adeta “ab-ı hayat” tadında bu içeceği tatmanızı ısrarla tavsiye ediyorum. Bu adrese gelirken köşesinde karşılaştığımız uzun kuyruk dikkatimizi çekmişti. Kahvaltı sonrası yürüme mesafesindeki bu fırına geldik. Kardeş Lezzetler isimli fırından yeni kahvaltı etmiş olmamıza rağmen sıcak sıcak çıkan simitten almaktan kendimizi alıkoyamadık. Gezimizin içeriği, biraz Gurme, biraz kültür turu olduğuna göre adım başı karşılaşacağımız lezzetlerden mutlaka tatmalıydık. Simidi yolda kuşlar misali didiklerken, karşımıza Kadayıfçı Olcay’ın harika vitrini çıktı. Çeşit çeşit kadayıflar, dolu midelerimize, nispet yapar gibi ye beni diyordu. Ancak bu tahrik edici vitrin bizi kandıramadı. Arabayı aldığımız gibi doğru tarihi Taş köprü ye yöneldik.

Adana’nın simgelerinden olan Seyhan nehri üzerindeki bu köprü, Seyhan ve Yüreğir ilçelerini birbirine bağlıyor. Roma İmparatorluğu döneminden kalan 1700 yıllık bu köprü, dünyanın en eski kullanılan köprü unvan ını taşımakta. Trafiğe kapalı olan köprünün eni 11,4 uzunluğu ise 319 metre olup 21 yuvarlak kemerden oluşmakta olsa da bu gün 14 tanesi görülebilmekte. Köprüyü baştanbaşa gezip her iki yanını fotoğrafladıktan sonra,

 

 

Sinema müzesine yöneldik. Başta Yılmaz Güney gibi birçok sinema sanatçısı, senarist, yönetmen yetiştiren bu şehrin böyle bir müzeye sahip olması da çok doğal. Her yıl Altın koza filim festivali bu şehirde düzenli olarak yapılmakta.Belediyenin bir hizmeti olarak ücretsiz hizmet veren müzeyi gezerken Nostalji yaşadık. Eski filmler, afişler, kameralar, kitaplar beni yıllar öncesine götürdü. Sinema müzesinin hemen yanı Atatürk evi müzesi idi. Onun da içini gezdik. Geniş giriş avlusu olan, iki katlı konak, salonu, holü, çalışma odası, yaver odası, yatak odası ileçok heyecan vericiydi. İlk başta programımızda olmamasına rağmen ziyaret etmekten çok mutlu olmuştuk. Çıkışta müzenin karşısındaki merkez parktan geçerek, Adana ile özdeşleşmiş Sabancı ailesinin yaptırdığı Merkez Sabancı camisini fotoğrafladık. 6 minaresi ile 28.500 kişiye ibadet imkanı vermesi ile Balkanların ve orta doğunun en büyük camisi olarak çok heybetli görünüyordu.

Adana turumuza keyifli başlamıştık. Tüm program şekillendirdiğim gibi tıkır tıkır bir saat gibi işliyordu. Arabaya atladığımız gibi bu kez direksiyonu büyük saat kulesine çevirdik. Mısır çarşısı diye bilinen otantik çarşının sonunda yer alan saat kulesinin mimarı Kirkor Bezdikyan’mış.1882 yılında açılan kule 32 metre yüksekliğinde ve halen işlemekte olup, saat başlarında çalmaktadır. Çarşıda, Adana’ya özgü hediyelik eşya satan dükkanların yanında, ciğerciler, kebapçılar, şalgamcılar öğlen saatleri hizmet vermekte. Etraftan iştah açıcı kokular ağzımızı sulandırıyordu. Hemen bir bardak acılı şalgam suyu alarak test ettik. İstanbul da marketlerde satılan şalgam suyu ile hiç alakası olmayan, içtikçe insanın içesi gelen nefis bir içecek. İster kebapla, ister sade olarak için, her şekli ile beğeneceksiniz. Notlarımın arasında 1912 yılında hizmete giren, Uğur Mumcu meydanı karşısında yer alan 450.000 metrekare alana yayılmış üç sivri kemerden oluşan mimarisi ile tarihi Tren Garı vardı.  Saat kulesinden yönümüzü bu tarafa çevirdik. Birkaç fotoğraf çekip görevlilerden mekan hakkında bilgiler aldıktan sonra Adana’dan ayrılmaya Mersin’e hareket etmeye karar verdik. Daha tarihi ve otantik bir mekanla karşılaşacağımı umuyordum. Bizim Sirkeci ya da Haydarpaşa garı gibi. Sizler giderseniz buraya uğramasanız da olur. Aslında Adana da Sinagog ve Bebekli Kilise gibi bir iki durağımız daha vardı ancak onu dönüş günümüze saklayıp, Mersin’e yollanmayı uygun gördük. Yalnız başımıza özgür olarak seyahat etmenin tadını çıkarıyorduk. İstediğimiz saatte mola veriyor, istediğimiz mekanda istediğimiz kadar kalıyorduk.

Adana da Mersin yolu da yeşillikler içinde harika bir otobana sahip. 85 kilometrelik yolu müzik dinleyip, sohbet ederek 1 saat 15 dakikada tamamladık. Yurt dışı gezilerimizde gittiğimiz şehirlerdeki stadyumları gördüğümüzde heyecanla fotoğraflardık. Örneğin Barcelona’da, Münih’te yaptığım gibi. Bu kez Mersin girişinde Mersin İdman Yurdu’nun stadyumunu görünce arabayı uygun bir yere çekip stadı fotoğrafladım. Saat 3 sularında Mersin şehir merkezine vardık. Arabamızı Türk-Japon dostluğu anısına yapılan Kushimoto sokağındaki parkın önüne bırakıp caddeyi baştanbaşa turlayıp, İstanbul’dan bildiğimiz EkspressoLab da, harika bir kek eşliğinde, dinlenme kahvesi içerken hafif açlığımızı bastırdık. Otele gitmeden Eski Mersin çarşısını gezdik, Pazar günü olduğundan çok kalabalık değildi.

 

 

Çarşı içindeki lezzet duraklarını dönüş gününe saklayıp, gezgin önsezilerim ve bilenlerden öğrendiğim kadarı ile rezervasyonumuzu yaptığımız Silifke yolu üzerinde Erdemli ilçesindeki LiparisResort otele saat 17.15 de vardık. Beş yıldızlı otelimizin odalarının tümü deniz manzaralı ve olağandan çok daha büyüktü. Valizimizden mayolarımızı alıp hemen deniz kenarına indik yol yorgunluğumuzu Akdeniz’in turkuaz renkli sularında attık. Akşam yemeğine indiğimizde her zaman yaptığım gibi önce yemeklerin sunulduğu büfenin etrafında bir tur atıp göz zevkimi giderdim, daha sonra harika bir salata tabağı hazırlayıp bir iki mezelik alıp masamıza geçtim. Şu ana kadar her şey yolunda gidiyordu. Otel seçimimizde de yanılmamıştık. Yemek sonrası kahvelerimizi içmek için otelin bahçesine indik. Her akşam 21.30 da canlı müzik olduğu söylendi. Hava ne sıcak ne soğuktu. Adeta Limonata kıvamında idi. Keyfimiz yerinde ama ne de olsa yol yorgunuyduk. Çok geç saate kalmadan odamıza çekilip dinlenmeyi tercih ettik.

 

Sabah kahvaltısına dinlenmiş olarak indik. Beş yıldız otele uygun büfeden, birkaç kahvaltılık alıp, terasta sonbahar güneşinin tadını çıkararak tavşankanı çayımızı yudumladık. Kahvaltı sonrası denize inip gezi öncesi enerji depoladık. Saat 10.00 gibi ikinci günün gezi programına başladık. İlk olarak Cennet Cehennem Obruğuna gittik. Obruk ne demek diye Hazreti Google sorduk, iç bükey çukur anlamına geldiğini yazdı. İki çukur arasında 80 metre mesafe var.

 

İlk olarak cehennem çukuruna yöneldik. 128 metre derinliğindeki bu doğa harikası karşısında nutkumuz tutuldu. Bu duyguyu daha önce Arjantin- Brezilya sınırındaki İguazu şelalesinde yaşamıştık. O da muazzam bir doğa harikasıydı bu da böyle görünüyordu. Biraz ürkütücü, biraz gizemli, biraz da fantastikti. Buradan yürüme mesafesindeki Cennet çukuruna yöneldik. Cehennem çukurunu sadece üstten izleyebiliyorsunuz. Cennet çukuruna ise 452 basamaklı bir merdiven ile inebiliyorsunuz.İndikçe farklı doğa sürprizleri ile karşılaştığımızda hayretten şaşkına dönüyorduk. 105 metre derinliğindeki çukurun en alt katına indiğimizde           Meryem Ana Kilisesi ile karşılaştık. İniş sırasında aramızda konuşurken yankılanan sesimize, ağaçların arasında uçuşan kuşların cıvıltıları muazzam bir efekt yaratırken gerçekte ismi ile müsemma adeta cennette gibiydik. Bu zorlu inişten sonra aldığımız keyfi kelimelerle anlatmak pek kolay değil. Yukarı çıkışı 35 katlı asansörle yaptığımızda, görevli bizlere obruk ile ilgili son bilgileri anlatıyordu. Çıkışta yürüme mesafesinde olan yaklaşık birkaç yüz metre uzaklığındaki Astım Mağarasına geldik. Biraz yorulduğumuzdan mağarayı gezmeden harika manzaralı kafesinde biraz dinlenip soğuk bir şeyler içtikten sonra, mağaraya girdik. Bir başka doğa harikası da bu mağaranın içinde idi. Bugüne kadar daha güzel ve ilginç mağaralar gezip görmüştük. Ancak bu da fena sayılmazdı. Parkur açısından biraz yorucu olsa da sarkıt ve dikitleri ile görmeye değer bir mağara idi. Bu kez dönüş yolu üstündeki Kız kalesine sahilden bindiğimiz tekne ile gittik.

 

 

Kalenin yapılış hikayesi bizim İstanbul’daki Kız kulesindekine çok benzer bir hikaye.

Saat öğlen 2 olmuştu bile. Kahvaltımızı erken saate yaptığımızdan acıkmıştık. Kayacı vadisine gitmeden otelin önünden geçtiğimizden önce otele uğrayıp bir şeyler atıştırdıktan sonra Kayacı vadisi kanyonuna yöneldik. Yol üstündeki yemyeşil ağaçlar harika bir görsellik sağlarken, Limon, Nar, Muz, Mandalina ağaçlarının kokusu baş döndürücüydü. Kanyon boyunca piknik yapılacak yerler vardı. Hemşirenin yeri, Amcanın yeri, dayının yeri isimli bahçelerde mangal yapabiliyorsunuz. Bunların içinde en meşhurunun doktorun yeri olduğunu öğrendiğimizden vadinin en tepesindeki bu yere geldik. Bu kadar zorlu yolu tırmanmaya değmez. Mekanı vadiyi ve kanyonu tanımanız için, Vadinin orta yerindeki “hemşirenin yerine” kadar çıkmanız bence yeterli olur.                                                           Bu günkü gezimizi de burada sonlandırıp otelimize dönerek denizin tadını çıkartıp dinlenmeyi uygun bulduk. Bu akşam bir önceki güne göre daha dinç olduğumuzdan, yemek sonrası canlı müziğin keyfini çıkararak yatmaya gittik.

 

                  

 

Kahvaltı sonrası son günün programına başladık. Önce yazın son deniz keyfini yapıp sezonu kapatmak için Akdeniz’in sabah serinliğindeki sularında biraz yüzdük. Öğlene doğru odayı teslim edip çantamızı arabaya koyduktan sonra yola koyulduk. Bugün de aslında yoğun bir gündü. Programda eksik kalan tüm yerleri tamamlayıp, tatmadığımız yerel lezzetlerle damaklarımızı şenlendirecektik. Bölgenin coğrafi yapısından olsa gerek bir hayli fazla şelale vardı çevrede. Daha İstanbul’da programı oluştururken, bir iki tanesini gözüme kestirmiştim. Bunlardan biri Tarsus şelalesi diğeri ise Karacaoğlan şelalesi idi. Dönüş yolu üzerinde en yakın Karacaoğlan şelalesi olduğundan rotamızı Erdemli ilçesinin Elvanlı köyü yolundaki bu şelaleyi onaylamıştık. Yol boyunca nar, limon ve de özellikle muz bahçeleri dikkat çekiciydi. Varış noktasına geldiğimizde otoparktaki görevli Vadiyi ve akan dereyi görmek mümkün ancak kurak geçen yaz yüzünden şelalenin akmadığını söyledi. Bir kere buraya kadar gelmiştik ne yapalım hiç olmazsa çevreyi görürüz deyip zorlu patika yoldan inerek derenin aktığı yere vardık. Gerçekten hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü şelaleden eser yoktu. Ama sizlere tavsiyem bir başka zaman sizlerin yolu buralara düşerse mutlaka uğrayın derim. Umarım sizin gittiğiniz dönemde şelale akıyordur. Keyif veren bir manzara ama bir o kadar da bakımsız bir yer. Dere ve etraf pet şişler, içecek kutuları, çöple dolu. Tüm bu olumsuz görüntülere rağmen harika bir doğa. Buradan Mersin merkeze gelip birkaç yöre lezzetlerinden tatmak istedik. Örneğin İstiklal Caddesi üzerindeki Kerebiççi Oğuzda Kerebiç, Künefeci Emin usta da künefe ve de Silifke caddesi Kiremithanedeki dondurmacı Halil’de Cezerye yemenizi ısrarla tavsiye ediyorum.Mersin’e gelip de Tantuni yememek olmaz. Adım başı bulabileceğiniz Mersine özel bu yiyeceği Memoş Tantunide yememizi tavsiye ettiler. Mersin’in damak çatlatan lezzetlerini tattıktan sonra Adana’ya kırdık direksiyonumuzu. Bir saatten fazla bir süren yolculuk sonrası ilk durağımız Adana Sinagogu’na vardık. Daha İstanbul’dan Adana Sinagogunun anahtarlarını bulunduran Albert Mizrahi’yi arayıp Sinagog’u görmek istediğimizi söylediğimizde memnuniyetle isteğimizi kabul etmişti. Randevulaştığımız saatte Sinagog önünde buluştuk.

 

Adana Yahudileri ve Sinagogun tarihçesi hakkında kısaca bilgiler verdi. Tevrat rulolarının saklandığı dolap “Ehal”i açıp antik Tevrat ruloları “Sefer Tora”ları gösterdi. Küçücük şirin kullanılmamasına rağmen tertemiz ve bakımlı Sinagog’u ziyaret etmekten çok mutlu olmuştuk. Bize bu imkanı sağlayan Adananın Duayen Optikçisi Albert beye tekrar teşekkürler.

Çıkışta hemen yanı başındaki Bebekli Kiliseye girdik. Orijinal adı Aziz Pavlus kilisesi olan kilisenin, üzerinde tunçtan Meryem Ana heykeli bulunuyor. 1880-1890 yılları arasında yapılmış olan kilise Ermeni Apostolik kilisesi olarak inşa edilmiş, günümüzde İtalyan Katolik kilisesi olarak hizmet vermekteymiş.

Saat nerdeyse 17.30 olmuştu akşam uçağımız 22.30 da olduğuna göre hemen hemen 4 saat gibi bir vaktimiz vardı. Not aldığım görülmesi gereken yerleri gezdiğimize göre, yemek yiyip tatmadığımız yerel lezzetleri denemek için iyi bir fırsattı. Bizler dışarıda Kosher olmayan et yemediğimiz için sizlere lezzetleri hakkında fikrimi aktaramam, ancak aldığım notlar içinde Kebap için Yeşil Kapıyı, Kaya Kebap, Onbaşılar ya da İstanbul’da da şubeleri olan Yüzevleri tavsiye ettiler. Adana’nın börekleri de meşhurmuş. Baklava hamurundan yapılan böreklerden mutlaka tatmalısınız. İstanbul’da da şubeleri olan Levent börek, ilk sırayı alırken çarşı içindeki birçok börekçide bu lezzeti tadabilirsiniz. Şırdan’cı Bedo’da  şırdan, yaz aylarında Bicibici, bu şehrin vazgeçilmez lezzetleriymiş.

 

Bir tavsiye üzerine Adana’daki birkaç saatimizi Adnan Menderes Bulvarı üzerinden geçerek Emirgan Sütiş’te geçirmeye karar verdik. Gidene kadar ilk başta ön yargılıydım. Adana’da Sütiş’e mi gidilir yahu diye geçirdim içimden. Varınca ne kadar isabetli bir iş yaptığımızı anlayıp tavsiye eden kardeşime bulunduğum mekandan telefon açıp teşekkür ettim. Adeta Çamlıca tepesinden İstanbul silüetini izler gibi, bulunduğumuz tepeden tüm Adana’yı adeta ayaklarımızın altında hissettik. Müthiş bir manzara. Püfür püfür esen harika bir rüzgar, Adana’nın bunaltıcı sıcaklarında kaçılabilecek harika bir yer. Aydınlıkta girdiğimiz mekandan gün batımını izledikten sonra, istemeye istemeye ayrıldık. Uçuş saatimize az bir zaman kalmıştı. Havaalanına vardığımızda, kalkış saatini beklerken ne kadar isabetli bir gezi planladığımızı konuştuk. Keyifliydik, huzurluyduk, bir ilki gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyorduk.

                  

 

Bir Tutkudur Seyahat…

Paylaş
Önceki İçerikYaz Tatili Denince
Sonraki İçerikGAP  TURU
1957’de İstanbul’da doğdu. İlkokul yıllarında önce çevreyi tanıyarak gezgin olma yolunda adımlar atarken, ortaokul yıllarında ilk ciddi yurt dışı gezisini gerçekleştirmesiyle seyahat onda bir tutkuya dönüştü. Askerlik sonrası profesyonel hayatına başladığı tekstil sektörü ile beraber yurtdışı gezileri de artmaya başladı. Çıktığı bu gezileri ölümsüzleştirmek adına eline aldığı makinesiyle amatörce çektiği fotoğraflarla birçok sergiye katıldı ve ödüller kazandı. 2000’li yılların başında arkadaşlarının ve yakın çevresinin de teşviki ile Turizm Sektöründe uzun yıllar acentecilik yaptı. Bu yıllarda Türkiye Gezginler Kulübü ile tanıştı ve Genel Sekreterlik görevinde bulundu. Emekli olduktan sonra farklı kurumlarda İdari Yönetici olarak görev aldı. 30 yılı aşkın zamandır “Sinagog İlahileri Korosu Şefliği” yapmakta ve korosuyla birçok kez yurtiçi ve yurtdışı konserlerine ayrıca bazı televizyon ve radyo programlarına katılmaktadır. 2005’ den bu yana gazete ve dergilerde “Gezi ve Yemek Kültürü Yazıları” yayımlanmaya devam etmektedir. 2023 yılı itibarı ile 35 ülke 115 şehir gezip görmüş, fotoğraflamıştır. Evli ve iki kız babası aynı zamanda bir erkek torun sahibidir. Seyahatlerini eşiyle birlikte yapmaktan keyif almakta.

2 YORUM

  1. Bu yaptığınız gezinin detaylarını da okudum ne güzel memleket miş yahu gerçekten çok gezilecek görülecek yerler varmış Türkiyemizde emeğinize kaleminize yüreğinize sağlık bende sanki gitmiş gibi oldum inanın ki teşekkürler size sevgili Yako Taragano🙏♥️🙋

  2. Çok Beğendim en kısa Zamanda gezi programına alacağım. Bu Yazı bize rehber olacak…
    Elinize kaleminize sağlık çok teşekkürler….

Comments are closed.