B E L Ç İ K A
Avrupa birliğinin başkenti…
BRÜKSEL
Avrupa kıtası diğer kıtalara oranla daha küçük ve derli topludur. Bir ülkeye gittiğinizde, bulunduğunuz şehre çok yakın diğer bir şehir veya ülkeleri gezme fırsatınız vardır. Her seferinde nasıl yaparım da vardığım şehre yakın diğer şehirleri ya da ülkeleri ziyaret edebilirim düşünce ve heyecanı, koşar hemen haritayı açar, programlar yapar hayallere dalarım. Yine böyle bir Paris seyahatim sorasında Belçika’yı ya da Hollanda’yı nasıl görebilirim fikri beynimi kemiriyordu. Araştırmalara başladım ve karar verdim. Brüksel’i görmeliydim. Uzun zaman bilgiler topladım, trenle gitmek en uygunuydu. Yine bir Paris seyahatim sırasında fırsat yaratıp Gare du Nord tren istasyonuna gittim. Hangi saatler Brüksel’e tren kalktığını, kaça mal olduğunu, dönüş saatlerini v.s. öğrendim. Hiç tereddütsüz bir gün evvelden rezervasyonumu yaptırıp biletimi kestirdim. Paris Brüksel arası hızlı trenle 1saat 25 dakikada alınıyordu. Tren Brüksel’de Gare de Sud’e varıyordu. Ertesi sabah erkenden kalkıp gara gittim. Peronda tüm ihtişamıyla duran beni götürecek THALYS trenini seyrettim. Görüntüsü çok güzel ve şık bir trendi. Yer ve mevkileri numaralı idi. Saat gelince kompartımana binip koltuğuma yerleştim. Tam belirtilen saatte hareket ettik. Trenin içi çok konforlu ve rahattı. Inanın uçaktan daha rahat ve sessiz bir yolculuk yaptık. Koltukları uçağın “fırst class” koltukları kadar geniş. Önünüzde bir lambası da bulunan küçük bir masa, kompartımanların birisinde bilumum yiyecek ve içeceğin bulunduğu bir bar mevcuttu. Biraz etrafı seyrederek biraz trenin içinde gezinerek 1 saat 25 dakika nasıl geçti anlamdım. Bir de trenin en büyük avantajı havalimanları gibi şehrin dışında ve uzağında olmayışı. Hemen hemen şehir merkezinde bırakıyor sizi. Hareket saatinden 1-2 saat önce gidilmiyor. Pasaport kontrol, polis kontrol, valiz bandı v.s gibi şeylerle vakit kaybetmiyorsunuz. Büyük kolaylık ve rahatlık yakın mesafelere trenle gitmek.
Brüksel’in Gare de Sud’üne saat 10,25te vardım. Ilk işim gardan bir şehir planını gösteren harita almak oldu. Gezginlik önsezilerimle gitmem gereken noktayı saptadım. Garın dışındaki toplu taşıma aracının en yaygını olan tramvay durağına gidip şehir merkezine kaç no.lu tramvayın gittiğini öğrendim. Bilet satan kişi 53 ve 56 no.lu tramvaylarım götürdüğünü söyledi. Hemen kendisinden bilet aldım. Hem metroda hem tramvayda hem de otobüste aynı biletin geçtiğini ve her bir biletin makineden geçirdikten sonra 1 saat geçerli olduğunu öğrendim. Ilk gelen 56 no.lu tramvaya binip Bourse durağında indim. (metro yeşil hat) Boulvard Anspach center’in önündeydim. Tam karşımda Philips binası vardı. Sola sapıp Henri Mous Streat’in köşesindeki La Bourse binasının solundan yoluma devam ettim. Hava sıcaklığı 18 derece idi. Gömlekle üşüyordum. Yanıma da kazak almamıştım önüme çıkan ilk mağazaya girip sweet shirt aldım. Mağazanın bulunduğu sokağı bitirdiğinizde St. Nikolas Kilisesi’ne çıkılıyor. Kalabalık bir ziyaretçi topluluğu ile karşılaştım, hemen ben de onlara dahil olup kiliseyi gezdim ve bilgiler aldım. Birçok yerde gördüğüm katedraller içinde burası küçük kalıyordu. Ancak şirin ve tipik bir kiliseydi. Dışarı çıktığımda bir şey dikkatimi çekmişti. Eski ile yeni yanyana hiç de sırıtmıyor, çok da güzel durabiliyordu. Kilise eski tarihlerde yapılmış olmasına rağmen yanındaki binalar modern ve yeni binalarla güzel bir uyum içindeydi. Bu kıyaslamayı kafamda yaparken kendimi varmak istediğim meydanda yani Grand Platz’da buldum. Muhteşem, harika bir meydan. Burada eski Belçika mimarisinin tüm özelliklerini görebilme olanağınız var. Her bir bina sanat eseri gibi.
Hiç zaman kaybetmeden önüme çıkan “Tourist Information” bürosuna gidip nasıl gezebileceğimi, nereleri görebileceğime dair bilgileri aldım. Çok az zamanım vardı. Hızlı ve daha çok yer görebilme şansına ancak bir şehir turu olarak sahip olabilecektim. Hemen bu tür turlar düzenleyen şirkete gittim “Sightseeing Tours-City Tours”.
Meydanın hemen arkasında Rue de la Colline 8 adresine vardım. Sabah 11, öğleden sonra 2 ve 3te turların kalktığını, yaklaşık 3 saat sürdüğünü öğrendim. Saat 2deki tura rezervasyon yaptırıp biletimi aldım. Tur saatine kadar yemek yeme zamanım da vardı. Meydana paralel caddede bulunan Pans adlı çok çeşitli sandviç ve salataların satıldığı yeri tercih ettim. Sağlı sollu cafe restoranlarla doluydu. Ton balıklı sandviç ile içeceğimi aldım. Serin ancak güneşli bir havada sokakta kurdukları masaların birine yerleştim. Bir taraftan yiyor, diğer taraftan insanları inceliyordum. Belçikalılar çok hoş görüntüde insanlar. Kibar, taşkınlıkları olmayan sakin, giyimleri düzgün insanlar. Biraz da sırası gelmişken halkını tarif etmeye tanıtmaya çalışayım. Bir kaç kanallı tv leri olan hemen hemen hiç yok denecek kadar az cep telefonu kullanan, Fransızca ve Flamanca lisanı konuşan, 10 milyonluk nüfusun % 10u müslüman olan (bunlar da kuzey Afrika ve Türkiye’den gelme) yabancı halkın şehir merkezine yakın, yerli halkin ise şehrin kuzeyinde oturduklarının bilgilerini edindim. Eskiden kalma kraliyet sarayı ve yönetiminin sembolik olduğunu parlamento tarafından idare edildiğini öğrendim. Bizler Türk halkı olarak çaya olan düşkünlüğümüze karşı Belçikalıların şarap ve biraya karşı düşkünlüğü var. Içkilerini içerlerken yüz ifadelerinden çok haz aldıklarını hissettim.
Şehir turu saatine yaklaşık 1,5 saatim vardı. Etrafı dolaşmaya karar verdim. Şehrin sembolü haline gelen “Maneken Pis”i görmeye gittim. Buraya varıncaya kadar geçtiğim sokaklarda resorant bar ve cafeler vardı. Birkaç dönercinin yanından geçerken kulağıma hiç te yabancı gelmeen İbrahim Tatlıses’in şarkıları takıldı. Hemen yanaştım. Iyi günler demem bile yetti onlara memleket özlemi çeken insanlar soru yağmuruna tuttular beni. Döner ikram etmek istediler. Ancak anladığım kadari ile özlemleri dışında rahatları yerinde ve iyi para kazanıyorlar. Biraz da onların tarif ve yardımları ile işeyen çocuk Manken Pis’e vardım. Şanslıydım çünkü orda bulunduğum tarih işeyen çocuğun festivaliydi. Yerel kıyafetler giymiş insanlar, bira içip alınlarına portokal koyup danslar ediyor, şarkılar söylüyorlar ve bu tarihte burada bulunmam benim için daha da keyifliydi aslında. Açıkça kocaman bir heykel, havuz, meydan hayal edip beklerken sokağın köşesinde 50 cm boyunda minik işeyen bir heykelcikle karşılaştım. Bu olmamalıydı, şehrin sembolü daha görkemli büyük vs olmalıydı herhalde (Eyfel, Big Ben, Pisa). Heykelciğin önünde millete Maneken Pis’e nasıl gidebilirim diye sorduğumda, herkez manalı manalı sırıtarak, işte onun önündesiniz deyip gülüştüler. Olabilir ne yapalım yani, hayallerimin kurbanı oldum, deyip kendi kendime kızdım. Sadece festivalden dolayı olduğunu sanmıyorum, turist yönünden çok kalabalık bir şehir. Avrupa Topluluğu burayı AT nin başşehri ilan etmiş. Hediyelik eşya dükkanlarında Belçika ve Bürksel’e ait şeylerin dışında AT’ye bağlı tüm ülkelerin bayrak, hatıra eşyalır, vs. gibi objeler bulmak mümkün. Diğer ülkelere oranla her taraftan fazla mağaza ve obje bulmak olası olduğu gibi insanları turiste çok sıcak ve yardımcı oluyor. İlla da satacam diye üstüne de çullanmıyor. Hediyelik eşya dükkanlarının yanında Belçika’nın en meşhur yiyecek sembolleri içinde çikolatanın olduğunu adım başı bulunan çikolata mağazalarından anladım. Bense İsviçre’yi çikolata cenneti sanırdım. Meğer burasıymış. En meşhur markaları ise Godiva ve Leonidas; özellikle bu markadaki mağazaların önünde kuyruklar oluşuyor. Bizdeki Hacı Bekir Lokumu gibi, ama nerde bizde o tanıtım. O kuyruklar, inşallah bir gün o da olur. Bir de dantel diyarı diyebiliriz. Dünyaca meşhur fabrika ve el işi atölyeleri burada. Fırsat bulup tur esnasında bunu da gezdim ve gördüm. Burada yaşayan yabancılar ise gözlemlediğim kadarı ile heryerde olduğu gibi saldırgan ve agresif. Geri kalmış yerlerden ya da küçük memleket ya da şehirlerden gelince, insanlar içgüdüsel olarak kendilerini kabul ettirmek için mi bir savunma mekanizması olarak mı tam bilimsel açıklamasını yapamıyacağım onu sosyologlara bırakalım ya da aşağılık kompleksinden mi bilmiyorum böyle oluyorlar. Yolda bir iki bu tip olaya şahit oldum. Ancak Belçikalı yerli halk
bunlara cevap vermiyor. Onlarla didişmiyorlar. Bir de şu dikkatimi çekti (işeyen çocuğa taktım bir kere) diğer memleketlerde birçok fastfood yerlerindeki tuvaletler parasız olmalarına karşın, işeyen çocuğun memleketinde ise paralı. Her tuvaletin kapısında bir görevli, her çıkandan birkaç € kesiyor. Bana biraz saçma geldi bu tutum. Neyse, yine de sempatik bir görüntüsü var Maneken Pis’in.
Saat 2’ye geliyordu. Şehir turuna katılmak için şirketin önüne geldim. Yaklaşık 30-40 kişi toplanmıştı. Rehber orta yaşta sevimli biriydi 4-5 lisanı çok mükemmel konuşuyordu, grubu lisanlara göre ayırıp turu başlattı. Önce yürüyerek Grand Platz’a getirdi ve bu meydanı binaları ve çevresini tanıtıp tarihçesini anlattı. Yürüyerek 5 dakikalık bir mesafede bulunan otobüslere yöneldik, herkes koltuklarına kuruldu. Kulaklıkları taktık. Her geçilen yerin görülen tarihi ve özel binaların bilgilerini (bu kulaklıklardan istediğiniz enternasyonal lisanda) aldık. Kraliyet Sarayı ve bahçesi, Çin Pavyonu ve tam karşısında bulunan Japon kulesi görüntü itibariyle çok hoş.Vakit bulunursa bunlar ayrıca gezilmeli diye düşünüyorum. Bence Belçika’nın bilimin simgesi atom çekirdeği görüntüsündeki Atomyum uzaktan çok görkemli görünüyor. Tur rehberi de böyle düşünüyor olmalı ki önünde otubüsü park ettirip resim çekmemize izin erdi. 10-15 dakikalık bir moladan sonra tekrar tura devam ettik. Brüksel’in halen açık olan en büyük Sinagogunu gösterdi, hakikatten dış görünüşü çok heybetli. Ne yazık ki fazla vaktim olmadığından duaya kalamadım. Bir başka sefere. Tur sonunda Brüksel’in hiç de tahmin ettiğim
gibi küçük olmadığını. Yürüyerek kolay kolay gezip bitirilemeyeceğini, küçük ve sıradan bir şehir olmadığının kanaatine vardım. Buraya mutlaka birkaç gün ayırmak gerektiğini ve bu kadar kalabalık türistin burayı ziyaret etmesindeki haklı sebeplerini gözlerimle görmüş oldum. Tur almadan Atomyum, Çin, Japon ve Kraliyet Sarayları’na yürüyerek gitmeniz mümkün olmadığını beliteyim. Mutlaka tramvay veya metro kullanılmalı buraları ziyaret için. Saat 5’e geliyordu ve grup turunu tamamlayıp tekrar Grand Platz önüne geldik. Öğlen yemek yerken oturduğum yerden, karşımda bir pasaj gibi bir yer gözüme ilişmişti buraya girmeliyim diye düşünmüştüm ve şimdi sırasıydı. Dönüş zamanıma kadar daha 2-3 saatim vardı. Bunu en iyi şekilde değerlendirmek istedim.
Bu pasajın adı Galeri Royales St Hubert içinde sağlı sollu mağazalar, kafeteryalar ve ara sokaklar var, bu ara sokakların birine girdim. Restoran, özellikle ve özellikle balık restoranları ile dolu, adeta burası sanki balık cenneti. Deniz mahsulleri ile süslü vitrinler o kadar hoşuma gitti ki resimlerini çektim. Uzun uzun seyrettim. Hem yorgunluğumu gidermek hem de notlarımı almak için bir cafede oturup bir şeyler içip yiyeyim dedim. Haagen-Dazs’i tercih ettim. Çikolata cennetinde çikolatalı kup ismarladım, çok lezzetliydi ve çok güzeldi. Etrafımdaki insanların şıklığı, sakin tavırları gerçekten görülmeye değerdi. Nasılsa vaktim vardı, o zaman tren istasyonuna yürüyerek gitmeye çalışayım diye düşündüm. Hem de etrafı seyredebilirdim. Cumartesi öğleden sonrasının kalabalağı, sokak çalgıcılarının showları vaktin nasıl geçtiğinin farkına vardırmadı. Geç kalmamak için tekrar tramvaya binip gara gittim. Belçika’dan ayrılmadan her gittiğim ülkede yaptığım gibi buzdolabının kapısına takmak için magnetler aldım. Çocuklar için de meşhur Leyonidas çikolatalarından aldım. Dönüş için tekrar peronda duran trene yöneldim ve kompartımana bindim. Huzurlu ve mutluydum, temin ettiğim broşür, harita ve kartvizitleri gözden geçirmek, turumun bilgilerini not defterime aktarmak için önümde duran masaya serdim. Yanımda da kimsenin olmaması daha rahat çalışmama ve koltukları da kullanmama yaradı.
Gidiş geliş, şehir turu, yemek, ufak tefek hatıra eşya alışverişi cafe, dondurma v.s 150 USD. a mal olmuştu. Şimdi bana hak verdiniz mi? 150USD.a İstanbul’dan kalkıp Belçika’ya gelemezsiniz. Dolayısı ile gittiğim ülkelere yakın destinasyonları aramamın o şehirleri görmek için programlar yapmamın sebebini şimdi daha iyi anlamışsınızdır?
Gezginlik ruhu, uykusuz ve çok yorgun olmama rağmen bir yeri daha görmek ve tanımanın heyecan, huzur ve mutluluğu ile zafer kazanmış bir general gibi otelime şarkılar mırıldanarak döndüm.
Bir Tutkudur Seyahat…
Selamlar yine muhteşem bir yer güzel anlatım benim de yeğenim şuan Belçika’da okuyor bayağı tarihi anlar ve lezzet tadında güzel bilgiler paylaştığımız için teşekkürler Yako Taragano kalemine yüreğine sağlık sevgiyle ve gezintilerle dolu günler dilerim💐💐💐
Bu güzel yazı için çok teşekkürler.Bende Brükselde aynı sizin izlenimlerimizi yaşamıştım..Yazıyı okurken çukulata tadını ağzımda hissettim.Teşekkürler Yako bey Bizi ne güzel diyarlara götürüyorsunuz.Sağolun varolun..Hiç durmadan gezin..
Eline sağlık yazı bütün teferruatı ile şehri anlatıyor.Gidecek Olan gezgin için yol haritası olmuş .
20 yıl önce gitmiştim. Aklımda ne kaldı diye sorarsan çikolataları derim. O zamanlar Türkiye’de bu kadar çikolata çeşiti yoktu . Bize çok lezzetli gelmişti
Nice coğrafyalarda,Kaleminle geze kal….